27 Ocak 2010 Çarşamba

insan insana güvense...

Madde I:
Bu yasaya göre
önemli olan gerçektir bundan böyle
önemli olan yaşamdır
el ele verip
gerçek yaşam için çalışılacaktır.

Paragraf I:
İnsan, insana güvenecektir
çocuğa güvenen çocuk gibi.

Bir haftadır buralarda yoktum, iş nedeniyle (itiraf ediyorum iş sadece 3 saatti) taa Brezilya’ya gittim. Gittim geldim bir hafta ama gidiş ve geliş için birer gün düşün, kısacık bir ziyaret…
Konuya girmeden önce önemli bir tavsiye; ne yapın edin para biriktirin, kredi çekin, bir şey yapın ama böyle uzun uçuşlarda sakın ekonomik uçmayın. Ben uçtum tam bir perişanlık… Ha ben kafamı koyduğum an uyurum diyorsanız paranız cebinizde kalsın, gittiğiniz yerde afiyetle yiyin:)
Yiyin dedim de şimdi ben size Brezilya’da ne yenilir ne içilir, nerelere gidilir, neler görülür gibi şeyler anlatmayacağım. Ekonomisine hiç ama hiç girmeyeceğim, kaderi bize pek benziyor demem yeterli olacaktır.
Bu ülkede beni asıl etkileyen insanlar oldu, onlardan söz edeceğim.
Renkli ülkenin, renkli insanlarına ilişkin izlenimlerimi aktaracağım…
Renkliler dedim ya gerçekten renkliler, siyah, beyaz, sütlü kahve, çekik... Uzun, kısa, şişko, zayıf… Çeşit çeşit… Renk renk…
Gruptaki erkek arkadaşların arandığı anlamda bolca güzel kız (!) göremedik ama gerçek anlamda çok güzel insanlar…
Sambadan önce acının güzelleştirdiği insanlar…
Brezilya tarihi denilince akla göç ve köleliğin gelmesi acı derken neyi kast ettiğimin özeti…
Bu renkli insanların sadece yüzde 6'sı Brezilya yerlisi... Yani 198 milyonluk ülkede 100 kişiden 6’sı özbeöz Brezilyalı. Peki gerisi?
Onlar da Brezilyalı… Portekiz, İtalya, Hollanda, Polonya, Alman, hatta Japon ve hatta kendilerine Turco diyen, ısrarla dedelerinin Türk olduğunu söyleyen Lübnan kökenli Brezilyalılar…
Bu kadar farklı kökten gelen Brezilyalılar, ne ten rengi, ne yemek, ne müzik, ne dans ve ne de dinsel bir ayrımcılık yapmadan elele, kolkola, hep birlikte yaşayıp gidiyorlar… Birlikte samba yapıp, sevişiyorlar ve birbirinden güzel melez çocuklar yapıyorlar...
Sokakta büyük büyükannesinin kalın dudaklarını almış bir sarışın, plajda büyük büyükbabasının çekik gözlerini almış bir siyah görmek sizi şaşırtabilir ama onlar Brezilyalı…
Irkların kaynaşmasından doğan çocuklar onlar…
Denizi, kumu, güneşi, eğlencesi bir yana sadece bu yönüyle bile etkileyici bir ülke Brezilya… Belki de bu kadar çok etkilenmiş olmasının nedeni, benim ülkemde Türküm-değilim gibi tartışmalar yaşanıyor olmasıdır…
Büyük büyük atalarının nereden geldiğinin, kökenlerinin kimlere dayandığının ne önemi olabilir ki? Aynı ülkede, aynı topraklarda, aynı havayı soluyup ve aynı kaderi paylaştıktan sonra?
İşte Brezilyalılar bunun en güzel örneği…
Bu insanların bir özelliği de rahatlığı… Bizim gibi sabırsızlığı marifet sanan, sürekli çok önemli bir işi varmış gibi koşuşturanları çıldırtacak kadar rahat ve yavaş olabilirler ama onlar sıcak bir ülkenin çocukları…
Bu rahatlık davranışlara yansıdığı kadar giyim kuşama da yansıyor elbette… Bikini üstüyle otobüse binebilen bir genç kız, selülitlerini hiç dert etmeden mini şortuyla pazara çıkan bir teyze Rio sokaklarında oldukça normal… Ya da bir gece kulübüne samba yapmak için gelmiş birkaç ihtiyar…
Kimse vücudum çok güzel diye açılmıyor, kimse vücudum çok çirkin diye kapanmıyor… Kimse çok gencim diye dağıtmıyor kimse çok yaşlıyım diye hayattan çekilmiyor…
Bizim buralarda takık olduğumuz pek çok konu onları ilgilendirmiyor… Kökleri ve tipleriyle hava atmadan, kompleks yapmadan yaşayıp gidiyor Brezilyalılar…
İnsanca pek insanca geldi bana… Paylaşmak istedim…
Şiir Thiago de Mello’dan… İnsan Yasası…
Not: İlk fırsatta Brezilyalı bu ünlü şairin bu güzel şiirin tamamını yazacağım buraya, birlikte okuyalım…

13 Ocak 2010 Çarşamba

Özür ve samimiyet...

Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun'dan duyup da rivayet etme.
Aşkın Leyla'sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikayet etme.

Özründen çok büyük kabahat etme.

En son ikibinon’u (böyle yazmak hoşuma gidiyor) karşılarken yazmışım, aslında her gün aklıma karalayacak bir şeyler geliyor ama vakit bulduğumda takat bulamıyorum, takat bulduğumda vakit…
Hemen burada da bir parantez açıyorum; takat sözcüğü de hoşuma gidiyor. Bir şeyi yapabilme gücü, derman anlamında. Şimdilerin diliyle enerji de denilebilir ama ona enerji buna enerji ben boşverdim, siz de boşverin…
Yüksek sesle tekrarlarsanız takat’in kulağa hoş geldiğini siz de fark edeceksiniz:)
Ve parantezi kapatarak asıl konuma geçiyorum…
Bugün kafa yorduğum konu özür dilemek…
Aslında dünden beri kafa yoruyorum, haklı olduğum bir konuda birinden özür diledim… Gerçi ‘haklıyım ama uslubum yanlıştı’ şerhi koyarak diledim özürü ama kafaya da taktım…
Tam bunun üzerine Türkiye ile İsrail arasında ‘alçak koltuk krizi’ çıkıp da iş özür dilersin-dilemezsin meselesine gelince iyice bu konuya yoğunlaştım… Gerçi burada sözü edilen resmi özür ama olsun, sonuçta aynı eylem; yaptığı bir yanlıştan dolayı bağışlanmayı isteme eylemi sözünü ettiğimiz…
Bir de bunların üzerine okuduğum kitapta -Coetzee’nin Kötü Bir Yılın Güncesi- bugün geldiğim bölümün adı da ‘Özür Dilemek Üzerine’ olunca; tamam dedim Nilgün, şimdi düşüncelerin olgunlaştı artık bunları yazabilir ve başkalarının fikirlerini de alabilirsin…
Bize öğretilen nedir; özür dilemek bir erdemdir!
Öyle ya herkes hata yapabilir ama insan yanlışını fark edip, pişman olduğunda bunu dile de getirmelidir!
Hiçbir itirazım yok, insan hata yapabildiği gibi özür de dileyebilmeli…
Benim aklıma takılan samimiyet…
Özür dilemenin bir diplomasi sanatı haline gelmesi…
Bir bakın etrafınıza herkes herkesten özür diliyor, devletler aralarının bozulmasını istemediği devletlerden, şirketler kaybetmek istemedikleri müşterilerinden, bireyler ilişkilerini sürdürmek istedikleri diğer bireylerden…
Bir çıkarcılık kokusu alıyorum sanki…
Özür dilemek bir pişmanlık ifadesinden daha çok çıkarlarını korumak için yerine getirilmesi gereken (ve hatta dayatılan) bir eyleme dönüşmüş gibi… Duygular nerede peki? Hakkaniyet nerede? Samimiyet nerede?
Coetzee’nin kitabında verdiği örneği sizlerle paylaşırsam ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…
Yazar bir gazete ilanından söz ediyor; yasal yükümlülükler alanında uzman Amerikalı bir avukat 650 dolarlık bir saat ücreti karşılığında, yükümlülük kabul etmeden nasıl özür dileneceği konusunda Avustralyalı şirketlere yol gösteriyormuş!
İşte tam da anlatmak istediklerime cuk oturan bir örnek…
Yazarımız diyor ki; önce Adam Smith aklı çıkarın hizmetine sundu, şimdi duygular çıkarın hizmetine sunuluyor…
Öyle ya mevcut kültürde samimiyetle, samimiyet gösterisi arasında ayrım yapma kaygısı güden kaç kişiyiz?
Sonuç, ben kimseden özür falan beklemeyeceğim artık! Yaptığında haklı olduğunu düşünüyorsa lütfen beni buna ikna etmeye çalışsın ama samimiyetsiz bir şekilde özür dilemesin…
Bir kez daha vurguluyorum, aslolan samimiyet…
Şiir Neyzen Tevfik’ten… Anladın mı…
İlk dörtlüğü ve son mısrası…
Ne güzel demiş, Özründen büyük kabahat etme…
Meraklısına not; ben özür dilerken haklı olduğumu belirtmiştim, hala da haklı olduğuma inanıyorum… Ama uslubum gerçekten yanlıştı, özürü onun için diledim.
Yani samimiydim:)