4 Temmuz 2010 Pazar

aldım verdim ben seni yendim...

Neyi yaşamışsak ömrümüz diye
Derimize yazdı o vak'anüvis
Kehribar saplı bir hançerle

Aldım verdim ben seni yendim… Sokak aralarında mahalledeki çocuklarla oynama fırsatı bulamayan yeni gençler, bu sözü bilmez ama biz küçükken takım arkadaşlarımızı böyle seçerdik…
Oyuna başlamadan evvel, takım kaptanlığına layık görülen iki kişi –yani doğal seçilmiş oyunkurucular- bir adım yarışı yapar, belli bir mesafeden adım adım birbirlerine doğru yürür ve sonra kim ayağı karşısındakinin ayağına basacak şekilde son adımını atmışsa ilk oyuncuyu seçme hakkını kazanırdı, yani en güçlü oyuncu onun olurdu. Sonra sırasıyla bir o seçer bir diğeri, falanca kişi benim, filanca da benim o zaman, böyle böyle takımlar oluşturulurdu…
Bir yerde takım ruhu, takım ruhu diye konuşulunca aklıma geldi birden; aldım verdim ben seni yendim diye diye yetişen birinden nasıl bir takım oyuncusu beklenebilir ki?
Bir arkadaşım dedi ki; çocukça da olsa adaleti sağlıyorduk böylece…
Hangi adalet? Bana hiç adilce gelmiyor, diye itiraz ettim…
Zamanın aldım verdim’cilerinin bugünlerde, yaş itibariyle Türkiye gündemine yön veren, iş hayatlarını şekillendiren, bir şekilde toplumu yönlendiren insanlar olduklarını falan olduğunu düşününce bu itirazımda hiç de haksız olmadığımı düşünüyorum.
Şimdi ben aldım verdim’in adaletsizliğini yazayım, siz bunu istediğiniz yere uyarlayın ve hep çağrılan ama bir türlü gelmeyen takım ruhu’nun neden gelmediğini anlayalım.
En başta oyunkurucu denilen kişi kim? Hangi yeteneklerinden dolayı oyun kurucu oluyor? Hadi diyelim ki doğal lider, ondaki yetenekler kimse de yok! Ee böyle birinin doğal bir takımı da olması gerekmez mi? Ona inanan, ona güvenen, her daim onunla birlikte hareket etmek isteyen takım arkadaşları olmaz mı? Yok demek ki, adam seçmek zorunda kalıyor diyeceğim ama siz onu boşverin asıl oyunkurucu denilen arkadaştaki egoyu düşünün…
Öyle önemli bir şey ki bu; aldım verdim sohbetinin açıldığı ortamda, hemen hepimiz ya oyunkurucu olmakla ya da ilk seçilen esas oyuncu olmakla övündük:) Düşünün yani, yıllar sonra, koca koca insanlar olmuşken yaptık bunu:) Oyunları hep ben kurardım breh breh, ilk olarak beni seçerlerdi hatta benim için kavga bile ederlerdi yeah… Gerçekten adam yüzünden kavga da çıkardı! Böyle de önemli kişileriz yani:)
Bizim aramızda -artık ne tesadüfse- o sona kalan zayıf çocuk yoktu.
Kimbilir nerde ne yapıyor bu sona kalan zayıf çocuk? Belki hala bir yerlerde seçilmeyi bekliyordur, belki de bir yerlerde oyun bile kuruyor olabilir, hep sona kalmanın intikamını alıyordur belki de diğer zayıf çocuklardan, kimbilir?
Neyse kimi şişik, kimi ezik bir ekiple takım kuruldu diyelim, birileri iyi oynayacak, birileri kötü, birileri kazanacak, birileri kaybedecek… Oyun bitecek, takım dağılacak…
Yeni bir oyun için yeniden aldım verdim yapılacak, yeniden birileri ilk seçilen olacak, yeniden birileri sona kalacak, yeniden takım kurulacak ve o takım da dağılacak…
Sonra birileri gelecek bu çocuklara, takım ruhu’nun önemini anlatacak!
Gel gel denilince de o ruh gelecek!
Sonra da müthiş takımlar çıkacak ortaya, iş hayatında, politikada, sporda falan…
Son sözüm bana itiraz eden arkadaşa; aldım verdim ben seni yendim…:)
Şiir Ahmet Telli’nin Yenildik’inden… Çok güzeldir, tamamını bulun okuyun…

14 Haziran 2010 Pazartesi

Kelimelerin gücü...

Haklıyım, deme sık sık, üstad!
Öğrencin de görsün, bırak.
Zorlama gerçeği:
Gerçek zora gelmez.
Konuşurken dinle biraz!

Kelimeler! İstenirse gönül alan, istenirse can yakan kelimeler…
Öylesine edilseler bile bir başkasının dağarcığında anlamını bulan, hiçbir işe yaramasa bile empati, sempati, antipati, saygı, sevgi, nefret gibi duyguları harekete geçiren kelimeler…
O halde birinci kural; öylesine konuşmayacaksın! Laf olsun diye konuşacaksan bile seçtiğin kelimelere dikkat edeceksin…
***
Ah bir de harfler var… Kelimeleri oluşturan harfler… Sesin yerini tuşların aldığı, tuşlar aracılığıyla konuşulan bir dünyada kelimenin gücünü artıran harfler… Bir o tuşa basıyorsun bir bu tuşa, yan yana dizildiğinde harfler, oluyor size kelime… Söz uçuyor yazı kalıyor üstelik!
O halde ikinci kural; öylesine yazmayacaksın! Laf olsun köşe dolsun diye yazacaksan bile kelimelerine özen göstereceksin…
***
- Ama kardeşim bu da benim düşüncem! Saygı duymalısın! Ben fikrimi söylerim, sen de söyle kardeşim!
- Pardon fikir mi dediniz?
***
Hmm... Asıl sorun bu olmasın? Sapla samanı birbirine karıştırmak…
Her akla gelenin fikirden sayıldığı, her hezeyanın kaleme alındığı, her takıntının gazetelerde sütun sütun yer bulduğu bugünlerde ne çok kişinin başı belaya giriyor kelimeler yüzünden…
Hiç okunmayan yazılar, birkaç goygoycu arkadaştan başta kimsenin dikkate almayacağı kelimeler, bir anda bir başka göz tarafından görülüveriyor… Ve sosyal ağlar sayesinde gözden göze, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza yayılıveriyor…
Ve takke düşüyor, öylece dımdızlak kalıyorsunuz ortada…
***
O halde neymiş üçüncü kural; bu da benim fikrim diyerek her aklına geleni tuşlamayacaksın… İçine çok mu dert oldu, çok mu kızgınsın, arayacaksın bir arkadaşını dertleşeceksin… Sen söyleşeceksin o dinleyecek, o söyleyecek sen dinleyeceksin… Sakinleşeceksin…
Hâlâ yazmak mı istiyorsun? Oturup sağlam kafayla yazacaksın, kelimeleri akıl süzgecinden harf harf damıtıp, asıl meramın neyse onu tuşlayacaksın…
Amacın üzüm yemekse bağcıyı dövmeyeceksin…
Yoksa o kullandığın kelimeler dönüp seni yerden yere vurur…
Kibirin hem kendine hem de başkalarına olan saygının önüne geçmiş olsa da, fikir diye ortalığa salıverdiğin kelimelerin gücüne şaşırmayacaksın!
Şiir Bertol Breht’ten… Üstad öğren diyor… Üstad öğren diyorum ben de onun kelimeleriyle…

27 Mayıs 2010 Perşembe

Hariçten gazel...

Yol kenarı han oldum
Yanıldım ah ziyan oldum
Siz benim neden sustuğumu
Nerden bileceksiniz?

Blog yazmaya başlarken, kişisel gündemime ilişkin yazmaya karar vermiştim. Bütün gün ekonomi, siyaset, onun parası, bunun yatırımı, falancanın dediği, filancanın yaptığı derken, beynimin kenarında kıyısına sıkıştırdıklarımı buraya dökerek biraz rahatlamayı planlamıştım…
Şimdi fark ediyorum ki buraya sık sık yazamayışımın bir nedeni de bu, her gün o kadar çok lüzümlu, lüzumsuz işe kafa yoruyorum ki, kişisel gündemim çok zayıf, çok cılız kalıyor. Kafama takılan, canımı sıkan şeyler benim etrafımda olan bitenden çok ülke ve dünya gündemiyle ilgili olunca buraya iç dökecek bir şey kalmıyor. Haliyle gündem konusunda yeterince yazan, konuşan olduğu için bana da söz söylemek düşmüyor…
Ama bugün, birkaç gündür tartışma konusu olan bir röportajı okuma fırsatı bulunca, buradan yola çıkıp, başkalarının hayatlarından beslenen, başkalarının gerçeklerini malzeme yapabilenlere ilişkin birkaç laf etmeye, bunu denemeye karar verdim…

Önce bu yazının ilham kaynağı olan Nilüfer Göle’nin Taraf’ta yayımlanan röportajından söz etmem gerek. Nilüfer Hanım’a Fransa’daki burka tartışmasını soruyorlar, cevap veriyor;
“Ben çok kışkırtıcı buluyorum. Herkes burkanın karşısında: Müslümanlar, laikler, kadınlar, siyasetçiler... Burka azınlığın gücü, modernitenin aydınlık dünyasından kopuş. Gölgeyi, karanlığı hatırlatıyor bana. Ne güzel! Her şey aydınlık mı olacak kardeşim. Tam mahrem. Biz “modern mahrem” diyorduk. Bu, modernliğe karşı tam karanlık. Ben de zaten tam aydınlıktan yana değilim!”
Aman ne güzel! Monoton yaşantımıza kışkırtıcı bir konu dahil oldu, hadi eğlenelim!
Aslında buna benzer görüşler daha önce de dile getirilmişti. Hatırlarsanız Pierre Cardin “Kapanmak kadına yakışıyor, türban kadının güzelliğini ortaya çıkarıyor” demiş, yerli malı modacımız Cemil İpekçi de “Türban kadını özgürleştiriyor” gibi bir laf etmişti.

Şimdi bu üç ünlünün sözlerindeki değil, kendilerindeki ortak noktayı bulalım…
Hmm… Üçünün de tuzunun kuru olması olabilir mi?
Olabilir, çünkü onlara göre hava hoş…
Ne büyük bir lüks, havanın hoş olması…
Demek ki insan, kendisini yani bizzat şahsını ilgilendirmeyen konularda daha radikal, daha fantastik düşünceler geliştirebiliyor, heyecanlanabiliyor…
Düşünce özgürlüğü dedikleri bu olsa gerek:)
Şaka bir yana, elbette herkes her konuda istediğini düşünebilir, en uçuk fikirleri ortaya atıp, başkalarının dillendirmeye cümleleri cesurca kurabilir, bunu ancak benim gibi biri düşünebilir diyerek etrafa havasını atabilir. Olabilir bu, oluyor da… Ama aması var işte… Bu yazı da, bu ‘ama’ nın etrafında dolanıyor…

Sözü getirmek istediğim yer ne türban ne de burka. Onlar bu yazıda sadece birer sembol diyeceğim, komik olacak ama öyle:) Bu konuda merakla Neslihan Acu’nun medyatava.com’da çıkacak yazısını bekliyorum…
Benim takıldığım nokta, insanların kendi hayatlarını etkilemeyen başkalarının gerçekleri üzerine bu kadar kolay ahkam kesebilmeleri, hariçten gazel okuyabilmeleri…
Bu yazıda andığımız üçlünün ikisinin modacı, birinin sosyolog olduğunu, işleri gereği kitlelerle uğraştıklarını, ekmek paralarını bu işten kazandıklarını söyleyebilirsiniz…
Haklısınız haklı olmasına da görüşümde ısrar edeceğim, yine bu kadar kolay olmamalı diyeceğim…
Hele hele de kayıt cihazlarına, kameralara konuşma fırsatını sık sık bulan kişiler için hiç kolay olmamalı diye de ekleyeceğim…
Değil toplumu, değil kitleleri birinin, bir bireyin bile hayatını ilgilendiren meselelerde kelimelerin hoyratça savrulmamasını savunacağım…
Kendinle ilgili fikirlerinde, eylemlerinde, fantezilerinde özgür ol, uçabildiğin kadar uç… Başkaları söz konusu olduğunda bir dur, bir düşün, en azından bunun için çabala diye de sözümü bitireceğim…
Elbette benim sözümün bittiği yerde şiir devreye girecek…
Şiir Yusuf Hayaloğlu’ndan… Bambaşka duygularla, bambaşka bir duruma yazıldığını ben de biliyorum. Olsun, çok anlamlı soruyor; nerden bileceksiniz?

28 Nisan 2010 Çarşamba

dünyanın bütün korkakbilge'leri birleşin!..

bu canım dünyanın orta yerinde
hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
yalan mı? gözünü sevdiğim karıncalar
işte: hamsiler sürü sürü
arılar bölük bölük geçer
leylekler tabur tabur

ya bizler? eşrefi mahlukat!..
boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz


Bazılarınız biliyordur, Dunnig&Kruger sendromu diye bir şey var... Birkaç ay önce muhalefetten bir milletvekili Başbakan'a bu tanıyı koyunca böyle bir sendromun varlığından haberdar olmuştum, unutmuşum. Geçen gün arkadaşım Hanife 'kifayetsiz muhterisler' diye bir yazı yollayınca hatırladım.
Sahi dedim kendi kendime, bilmenin bir işe yaramadığını bilmek gibi bir durum da var...
***
Dunnig&Kruger sendromu dedikleri, aslında tam da bizim ataların 'cahil cesareti' diye adlandırdığı durum. Bizim atalardan habersiz olan bu iki psikolog için 'Amerika'yı yeniden keşfetmişler' diyebiliriz. Evet öyle yapmışlar ama iyi de yapmışlar. Bazen Amerika'yı yeniden keşfetmek işe yarar! Burada da yaramış, en azından Dunnig&Kruger 2000'de Ig Nobel ödülünü almış...:)
***
Şimdi bu sendromu bilenlere hatırlatmaya, bilmeyenlere anlatmaya çalışayım... Siz de bana bunu bilmenin ne işimize yarayacağı anlatırsınız artık:)
Bu iki arkadaşın Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık 99 sayısında yayımlanan teorisi, nitelikli ve niteliksiz olarak birbirinden ayrılan iki grup üzerinde yapılan bir deneye dayanıyor.

***
Benim 'korkakbilge' ve 'cesurcahil' dediğim bu grupla yapılan deneyin sonucu ise bir cümle ile şöyle:
“Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır.”
Bu bilinçsizliğin kaynağını ise "auto-evaluation" dedikleri "kronik kendi kendini değerlendirme yeteneksizliği"ne bağlıyor Dunnig&Kruger.
Yaptıkları "Cahil, kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten acizdir" saptaması, sanki bu kişileri yerermiş gibi geliyorsa da kanmayın. Bir başka saptama bakın ne diyor: "Yetersizlik ve haddini bilmeme kokteyli, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturuyor."
İşte bu!
***
Onlar mesleki açıdan bakıyorlar olaya ama bence günümüz Türkiye'sinde bu kokteyl, her yerde ve her zaman işe yarıyor. Çünkü cesurcahil; işinde çok iyi olduğuna yürekten inanıyor. Kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymuyor.
Niye duysun ki; bu onun hakkı!
***
Bu arada gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ne yapıyor? Sahi bir de korkakbilge'ler vardı değil mi? Bu insanlar da fazla alçakgönüllü davranarak kendilerine haksızlık ediyor. Öne çıkmıyor, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmuyor, kıymetlerinin bilinmesini bekliyor. Bilinmeyince de için için kırılıp, kendilerini daha da geriye çekiyor. Bu durumda da üstlerinin "ihtiras eksikliği" ile suçlamalarına maruz kalıp, muhtelemen iyice köşesine çekilip cesurcahil'in yükselişini seyrediyor.
***
Bu noktada şunu sorabiliriz: Neden korkakbilgelere biraz cesaret aşılamak yerine cesurcahiller alkışlanıyor?
Bunun cevabını da Dunnig&Kruger'in bulguları çok net veriyor: "Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemez. Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdir..."
Yani cesurcahiller birbirlerini kolluyor, kendi gibileri kayırıyor.
Bunu bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yaptıklarına ilişkin bir bulgudan söz etmiyor Dunnig&Kruger:)
Yine bu duruma da uygun sözü bizim atalar etmiş zaten:
"Körler sağırlar birbirini ağırlar."
***
Bu yazının şiiri Bedri Rahmi Eyüboğlu'ndan, Arkadaş Dökümü...
Birbirimize sahip çıkmak dileğiyle...

1 Mart 2010 Pazartesi

Bir yanım kalk gidelim diyor...

Ben her bahar aşık olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun...


Çok şey yapmayı isterken hiç bir şey yapmadan günlerin geçişini izlediğiniz oluyordur değil mi?
İstekleriniz ile enerjinizin birbirini tutmadığı zamanlarınız vardır…
Günün rutininden sıkıldığınız ama mızıkıp oyundan çıkamadığınız dönemleriniz olmuştur.
Kaçıp gitme hayallerini bir kenara koyun küçük değişiklikler, küçücük hamleler için bile kıpırdamadığınız, el değiştirmek isteyip de parmağınızı oynatmadığınız haller sözünü ettiğim.
İşte bu haldeyim ben…
***
İçimde bir yerde, bir devrimci büyütürken, diktatörümü de palazlandırıp, iktidarını kutsuyorum… Biri düzeni yıkmak istiyor, diğeri korumak…
Ben de seyrediyorum…
Sorsanız kaderci değilim, kader dediğin tercihlerdir derim, tesadüflerden bile söz ederim. Hatta kader insanın hak ettiğidir diye boyumdan büyük bir laf bile ederim…
Eee öyleyse sen de hak ettiğin yerdesin denilirse de, hiç itiraz etmem evet derim, evet hak ettiğim yerdeyim.
Ama kimsenin de kişisel tarihimi karalamasına izin vermem, veremem:) Kimse de vermesin zaten…
Şimdi düzeni korumak isteyen o diktatörün bir zamanlar nasıl bir kahraman olduğunu, ne zaferler elde ettiğini hatırlatıp, hakkını da yemem, yedirmem:)
Varsın kimse bilmesin, herkesin kahramanlığı kendine…
***
Benim sözünü ettiğim geldiğimiz yol değil, çıkmak isteyip de çıkamadığımız yol…
Geçmiş dediğin olmuş, bitmiş, yaşanmış. Alınabilecek ne varsa almışız, yüklemişiz heybemize… İşte o heybeyi vurup sırta, yola düşmek bahsettiğim…
Yol orada duruyor… Ben burada… Duruyorum…
Bir yanım kalk gidelim diyor, benim devrimci hazır, gözü kara, bıraksam hemen yola koyulacak.
Diğer yanım, otur diyor. Diktatörüm de biliyor ki her düzenin bir sonu var, var ama direniyor. O heybeyi kolay doldurmadın sen, önce sahip olduklarının kıymetini bil diye azarladığı da oluyor bazen…
Ne devrimcimi memnun ediyorum ne de diktatörümü…
Ne yola çıkıyorum, ne de duruyorum…
Kalabalığa kapılıp öylece sürükleniyor, gelip geçen günleri seyrediyorum…
Kalabalık dediğim kafamdaki kalabalık…
***
Evet, evet kafası kalabalık insanlarız biz…
Herkesin hemen her şeye fikir yürüttüğü, her şeye kafa yorduğu, herkesin her şeyi bildiği ve öylece yaşayıp gittiği toprakların çocuğuysan, kaçınılmazın biraz da bu kalabalık…
İlla şuçu kadere yükleyeceksek, kader bu işte:)
***
Şimdi, şu anda fikir yürütüyorum öyleyse; ya dağıtacaksın bu kalabalığı ya da bir düzene sokacaksın…
Kalabalık bir kafayla ne yola koyulmak ne de bulunduğun yere sahip çıkmak mümkün değil anlaşılan…
***
Yazıya nasıl başladın, nereye bağladın be Nilgün diyenlere not: Mazeretim var, kafamın kalabalığına verin:) Durum tespiti yapayım derken, bir self motivasyon yaptığımı ben de fark ettim:)
Şiir Can Yücel’den.. Şair otur diyenin kazandığını söylüyor…

Şu kalabalıkla baş edebilirsem, ben kalk gidelim diyene uyacağım…

7 Şubat 2010 Pazar

G...'nin giderken söyledikleri...

Yaşamın vişne rengi dudakları vardır sevgilim
öpüşün kadar sıcak ve tatlı
özgürlük türküleri de söylenir bu dudaklarla
sevda türküleri de
vişne rengi dudakları vardır sevdanın
gülümser dudakların gibi titrek ve dokunaklı
okyanus olur sarar dünyayı...

Bugün size birinden söz edeceğim; adı G… Onu öyle anacağım, sadece bir harf ve üç nokta olarak…
Aslında onu hiç tanımadım, bir türlü tanışma fırsatımız olmadı, o beni Nilgün olarak biliyordu, ben de onu G… olarak, ismen yani… Çok sıkça görüşemediğim arkadaşım A…’nın sevgilisiydi…
Yani G… hakkında bildiğim her şey A…’nın anlattıklarından ibaret…
Tanışmaları birkaç yıl öncesine dayanıyor, G…’nin A…’nın mahallesine taşınmasından kısa bir süre sonrasına. Bir şekilde tanışıyorlar, birbirlerinden etkileniyorlar ve sevgili oluyorlar.
G… iyi para kazanan, iyi yaşayan, hoş bir adam… A…’ya karşı çok cömert… Geziyorlar, tozuyorlar, eğleniyorlar, seviyorlar, sevişiyorlar, günler güzel, hayat güzel, her şey güzel…
A… bu kadar sevdiği, yanında bu kadar mutlu olduğu G… ile uzun yıllar yaşabileceğini düşünmeye başlıyor, belki de sonsuza kadar sürecek bir aşk onun hayal ettiği…
G… ise hayatından memnun, yerken içerken, eğlenirken, sevişirken gösterdiği cömertliği sevgisine yansımıyor sadece. Hele hele evlilik aklından bile geçmiyor, erken diyor, zaman istiyor… Zaman…
Oysa eskilerin deyimiyle yaş kemale ermiş de geçiyor bile. Haliyle aileler de sıkıştırmaya başlıyor. G… belki sırf A…’yı mutlu etmek için, belki sırf A…’yı susturabilmek için, kimbilir belki de o anda gerçekten öyle istediği için, tamam diyor, evleneceğiz…
Bu sözü veriyor. Söz vermenin bir yerde olacakların sorumluluğunu da üstlenmek anlamına geldiğini düşünmeden…
Yine bildiğini okuyor, verdiği söze karşın…
A… bir aile olacaklarını hayal edip, yaşacakları evi kurarken o gezmeye, eğlenmeye devam ediyor… Acelesi yok, henüz genç ve önünde uzun bir hayat var… Tamam A…’yı sevdiğini söylüyor ama sıkıntıya gelemiyor, beni sıkboğaz etme diyor, daha yaşanacak bir sürü şey var, evlenmek için niye acele ediyoruz ki…
Doğal olarak bu görüş ayrılıkları kavga getiriyor bir süre sonra, bu kavgalar da bir gün şiddet kullanmaya kadar varıyor...
A… o gün çıkıyor evden, onunla birlikte yaşamayı, birlikte yaşlanmayı düşündüğü evden, bir daha da o eve G…’nin sevgilisi olarak girmiyor… G…'nin hayatından tamamen çıkmıyor, bir şekilde çıkarıp atamıyor bu adamı hayatından, o hayatın bir yerinde hep var, bir arkadaş olarak…
Zaten bir süre sonra G… mahalleden taşınıyor. Artık daha az görüşüyorlar, her istediğinde A… yanında olamıyor. Bir türlü kesişmeyen yolları giderek uzaklaşıyor birbirinden…
A… kendini toparlıyor, üstelik o arada gerçekten taptığı babasını kaybetmesine karşın. Belki de böyle bir kayıp, öyle bir kaybın acısını hafifletiyor…
Artık babasına gösteremediği, G…’nin geri teptiği sevgisini bir başka adam istiyor ondan, o da yeniden seviyor…
G… ise yine bildiğin G…, yine geziyor, yine eğleniyor, yine içiyor, hayatındaki tek fark seviştiği kadınların isimlerinin değişmesi ve aldığı alkol miktarının her geçen gün biraz daha artması…
Yalnız olmayı tercih ediyor, böyle mutlu olduğundan söz ediyor A…’ya, zaman zaman ettiği telefonlarda. Hala eski G… olduğunu, değişmeye pek niyeti olmadığını da anlatıyor…
Aslında diyor arkadaşım, mutlu değildi ve o çok sevdiğini söylediği yalnızlıktan da nefret ediyordu. Yalnız kalmaktan nefret ettiği için içmekten başka ortak bir noktası bulunmadığı kişilerle arkadaşlık ediyor, ödediği hesaplarla onlardan yoldaşlık dileniyordu… Evde yalnız kalmamak, yalnız uyanmamak için sürekli bir sevgili buluyor ama kendinden asla taviz vermediği için, hele de sarhoşken iyice çekilmez olduğundan hayatına giren hiç kimse ona tahammül edemiyordu… Yalnız kalınca da zaten istediğinin bu olduğunu söylüyordu, böyle olması gerektiğine inandırıyordu kendini… Büyüklerin biçtiği yaşta değil de, kendi kafasında hesap ettiği bir yaşta, nasılsa kemale erecek, sıkıcı, yavan bir hayat sürecekti, bütün herkes gibi… Ama hala zamanı vardı…
Benim bildiğim, zaman -o istediği zaman- G…’ye hiç yaramadı, önce işinden oldu, sonra sağlığından. A… pek görüşmüyordu onunla, yine de aradığında uzun uzun dinliyordu. Çünkü birini sevmişseniz, bir zaman diliminde birini gerçekten sevmişseniz onun hep iyi olmasını istersiniz…
Sonra bir gün yine A…’nın telefonu çalıyor, hastaneye gelmelisin diyor, ortak bir arkadaş. O anda arayabileceği tek kişinin A… olduğunu ve mutlaka gelmesi gerektiğini anlatıyor bir çırpıda! G…’nin bir babası var ama yaşlı adam huzurevinde, bir kızkardeşi var ama yurtdışında. A…'dan sonra uzun süreli bir sevgilisi olmadığı da doğruymuş ki, yakınlarına haber verilmesi gerekince A… geliyor ilk akla.
A… apar topar gidiyor, G… komada. Kendini bilmez bir şekilde yatıyor… Bir alkol komasına girmiş ve bir daha kendine gelememiş… Tam iki hafta yatıyor öylece, ne o tarafa gidiyor ne de bu tarafa dönüyor, öylece arafta asılı kalıyor…
Ve önceki gün çekip gidiyor…
Henüz kırkında bile değildi G… ve önünde çok uzun zaman vardı, öyle diyordu, öyle sanıyordu… O yüzden birini sevmek, birinin sevgisine karşılık vermek için acelesi yoktu.
Özgürlük diyordu, böyle aktardı A…; ben özgür bir adam olmak istiyorum, birine bağlanmak, kendimi sınırlamak istemiyorum…
A… onu özgür bıraktı…
O ise özgürlüğünü daha çok kadınla sevişmekten, daha çok içmekten, daha çok sarhoş olmaktan yana kullandı… Başka bir türlüsünü denemek istemedi…
Nedendir, niyedir bilemiyoruz ama zamanın birinde, bir şekilde öyle yazmıştı kafasına, özgürlükten anladığı buydu… Özgürlük diyordu bunun adına…
Şimdi G… aramızda değil, onun için yapabildiğimiz tek şey ardından gözyaşı dökmek… Bir de gidişiyle bize verdiği mesajları çözmeye uğraşmak…
Her gidenin kalanlara bir şeyler anlattığına eminim artık… Kimse boşuna ölmüyor, her gidiş kafamıza bir şeyleri kakmak için…
Benim aldığım mesaja gelince; özgürlüğün öyle keyfine göre takılmak olmadığı, sevdiklerini sınırsızca sevmek, sevgide sınır tanımamak, sevebilecek birini bulduğunda ona sıkı sıkı sarılmak olduğu…
Bir kere bile görmediğim, oturup bir kere bile sohbet etmediğim G… giderken bunları söylüyor bana…
Bir de, hiç kimsenin yalnız ölmeyi hak etmediğini…
Şiir A. Kadir Bilgin’den Adagio… Yani Elveda…
Devamını da okuyun lütfen, devam edin…

ölüm:
yiğit ve sevecen bir yaşamın
mutlu günlere sunulmasıdır
canlı bir gül gibi somut
ayrılık yoktur artık zaman içinden
yaşamın ve sevdanın, ölümün kimi kez de
öpüşün kadar sıcak ve tatlı
vişne rengi dudakları vardır sevgilim...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Hepsi bu mu, sadece var olmak...

Doğrudur: geçimimi sağlamaktayım hala
Fakat inanın: bu sadece bir tesadüftür.
Yaptıklarım
Arasında hiçbir şey hak vermiyor karnımı doyurmaya.
Tesadüfen ayaktayım. (Şansım ters giderse mahvoldum.)

Kafa yorduğum konulardan biridir, var oluş! Zaman zaman takılır aklıma var oluşumuzun, hadi daha özel sorayım; var oluşumun nedeni nedir? Niye varım bu dünyada, neden yaşıyorum?
Gerçi anneme sorsam, yanıtı hazır: Tuzun kuru, derdin, tasan yok, boş işlerle uğraşıyorsun!
Annemin dert tasa dediği şeyler koca ve çocuklardan ibaret, bütün hayatı boyunca başka türlüsünü bilmediğinden kocan ve çocukların yoksa derdin ve tasan da yoktur ona göre! Daha da ileri giderek bir koca ve en az bir çocuğa sahip değilsen, ‘boşuna yaşıyorsundur’ da der ama neyse… Anneciğimin fikirlerine karşı çıkmıyorum artık, eskisi gibi sinirlenmiyorum bu sözlere, gülüyorum ve gerçekten eğlendiriyor beni…
Hatta onu şanslı bile buluyorum kendime göre, o 'var' oluşunun nedenini açıklayabiliyor kendince ya ben?
Sürekli bu soruya kafa yorduğumu söyleyemem, günün hengamesi içinde akşam ne yiyeceğime daha çok kafa yorduğum da oluyor ama bugün o soruya takıldığım günlerden biri işte… Bir anlam aradığım, bir misyon üstlenmeye hazır olduğum günlerden biri bugün de:)
Alacağım yanıttan tatmin olmayacağımı bile bile kendime soruyorum; bu dünyadaki var oluş nedenim her ayın birinde ihracat rakamlarını eline almak ve önceki aylara göre ne olduğunu saptamak mı? Ya da her ayın üçünde enflasyon verilerine bakıp, fiyatlardaki artışı yorumlamak mı? Her gün başbakan ekonomi için ne dedi, merkez bankası başkanı piyasalara ne mesaj verdi diye bakmak mıdır benim var oluş nedenim? Hükümetin bakanları bile benim kadar kafa yormuyordur bunlara, eminim…
Hadi diyelim ki işten güçten biraz uzaklaştım, kafayı dağıtacak başka haberlere daldım… Benim var oluş nedenim bilmem kimin bilmem kimden neden ayrıldığı, falanca kişinin falanca yerde kiminle görüldüğü, üzerine giydiği kıyafetin rüküşlüğü, suratına yaptırdığı botoks, memesine taktırdığı silikonlara kafa yormak olabilir mi?
E sen de yorma o güzel beynini bunlara demeyin sakın:)
Dünyada ne olup bitiyor diye baktığım haberlerin yarısından çoğu bunları anlatıyor bana. O güzel beynimi işgal ediyor, varlığıma zerrece katkısı olmayan –bir katkısı varsa da henüz bulamadığım- bu gereksiz bilgiler…
Hem bu işgalciler aynı anda bir sürü beyni ele geçirebilecek kadar da yetenekli. Ben iyi bir savunmayla dirensem bile bu işgalci bilgilere, birileri gelip kalelerimi yerle bir edebiliyor…
Sözgelimi, bir kız arkadaşım gelip Angelina Jolie ile Brad Pitt ayrılıyormuş, ne diyorsun diye soruveriyor birden! Yaa diyerek hüzünleniyorum. Sanki arkadaşım kendi sevgilisinden ayrıldığından söz etmiş, ben de çok yakıştırıyormuşum onları gibi dertleniyorum, neden ayrılıyorlar ki şimdi?
Kızlar işgal güçlerine teslim oluyor da erkekler olmuyor mu? Onlardan biri de gelip Yıldırım Demirören yeniden başkan seçildi, lanet olsun diye söyleniveriyor tepemde. Tamam bundan bana ne, yine de rahat durmuyorum, Murat Aksu mu başkan olsun istiyordun diyerek işgal güçlerinin beynime serpiştirdiği lüzumsuz bilgileri devreye sokuyorum. Şimdi taraftar başkanı istemiyorsa ne olacak bu takımın hali diye de düşünmeden edemiyorum. Oysa ben Beşiktaş’ı bile tutmuyorum:)
Hadi iyimserliği elden bırakmayıp hayatın renkleri diyeyim bütün bunlara… Diyeyim de bunu der demez işgal edilmemiş hücrelerim ayaklanıyor o anda; Rengarenk olan hayat seninki mi?
Ve hemen o soru geliyor ardından: Var oluşunun gerçek nedeni nedir peki?
Belki de en iyisi bu soruyu duymamak ama duyuyorum.
Duymamış gibi yapabiliyorum ama duyuyorum…
Aklıma Oscar Wilde’ın ‘Yaşamak dünyada en nadir şeydir; insanın büyük çoğunluğu var oluyor, hepsi bu’ sözü geliyor…
Hepsi bu mu, sadece var olmak…
Belki de budur!
Belki de en iyisi kafa yormamaktır bunlara… Belki de…
Şiir Bertolt Brecht’ten; Bizden Sonra Doğanlara…
Belki de şairin dediği gibi, tesadüfen ayaktayımdır, tesadüfen varımdır!
Belki de bugünkü misyonum budur; usta bir şairin birkaç dizesini sizlerle paylaşmak…

27 Ocak 2010 Çarşamba

insan insana güvense...

Madde I:
Bu yasaya göre
önemli olan gerçektir bundan böyle
önemli olan yaşamdır
el ele verip
gerçek yaşam için çalışılacaktır.

Paragraf I:
İnsan, insana güvenecektir
çocuğa güvenen çocuk gibi.

Bir haftadır buralarda yoktum, iş nedeniyle (itiraf ediyorum iş sadece 3 saatti) taa Brezilya’ya gittim. Gittim geldim bir hafta ama gidiş ve geliş için birer gün düşün, kısacık bir ziyaret…
Konuya girmeden önce önemli bir tavsiye; ne yapın edin para biriktirin, kredi çekin, bir şey yapın ama böyle uzun uçuşlarda sakın ekonomik uçmayın. Ben uçtum tam bir perişanlık… Ha ben kafamı koyduğum an uyurum diyorsanız paranız cebinizde kalsın, gittiğiniz yerde afiyetle yiyin:)
Yiyin dedim de şimdi ben size Brezilya’da ne yenilir ne içilir, nerelere gidilir, neler görülür gibi şeyler anlatmayacağım. Ekonomisine hiç ama hiç girmeyeceğim, kaderi bize pek benziyor demem yeterli olacaktır.
Bu ülkede beni asıl etkileyen insanlar oldu, onlardan söz edeceğim.
Renkli ülkenin, renkli insanlarına ilişkin izlenimlerimi aktaracağım…
Renkliler dedim ya gerçekten renkliler, siyah, beyaz, sütlü kahve, çekik... Uzun, kısa, şişko, zayıf… Çeşit çeşit… Renk renk…
Gruptaki erkek arkadaşların arandığı anlamda bolca güzel kız (!) göremedik ama gerçek anlamda çok güzel insanlar…
Sambadan önce acının güzelleştirdiği insanlar…
Brezilya tarihi denilince akla göç ve köleliğin gelmesi acı derken neyi kast ettiğimin özeti…
Bu renkli insanların sadece yüzde 6'sı Brezilya yerlisi... Yani 198 milyonluk ülkede 100 kişiden 6’sı özbeöz Brezilyalı. Peki gerisi?
Onlar da Brezilyalı… Portekiz, İtalya, Hollanda, Polonya, Alman, hatta Japon ve hatta kendilerine Turco diyen, ısrarla dedelerinin Türk olduğunu söyleyen Lübnan kökenli Brezilyalılar…
Bu kadar farklı kökten gelen Brezilyalılar, ne ten rengi, ne yemek, ne müzik, ne dans ve ne de dinsel bir ayrımcılık yapmadan elele, kolkola, hep birlikte yaşayıp gidiyorlar… Birlikte samba yapıp, sevişiyorlar ve birbirinden güzel melez çocuklar yapıyorlar...
Sokakta büyük büyükannesinin kalın dudaklarını almış bir sarışın, plajda büyük büyükbabasının çekik gözlerini almış bir siyah görmek sizi şaşırtabilir ama onlar Brezilyalı…
Irkların kaynaşmasından doğan çocuklar onlar…
Denizi, kumu, güneşi, eğlencesi bir yana sadece bu yönüyle bile etkileyici bir ülke Brezilya… Belki de bu kadar çok etkilenmiş olmasının nedeni, benim ülkemde Türküm-değilim gibi tartışmalar yaşanıyor olmasıdır…
Büyük büyük atalarının nereden geldiğinin, kökenlerinin kimlere dayandığının ne önemi olabilir ki? Aynı ülkede, aynı topraklarda, aynı havayı soluyup ve aynı kaderi paylaştıktan sonra?
İşte Brezilyalılar bunun en güzel örneği…
Bu insanların bir özelliği de rahatlığı… Bizim gibi sabırsızlığı marifet sanan, sürekli çok önemli bir işi varmış gibi koşuşturanları çıldırtacak kadar rahat ve yavaş olabilirler ama onlar sıcak bir ülkenin çocukları…
Bu rahatlık davranışlara yansıdığı kadar giyim kuşama da yansıyor elbette… Bikini üstüyle otobüse binebilen bir genç kız, selülitlerini hiç dert etmeden mini şortuyla pazara çıkan bir teyze Rio sokaklarında oldukça normal… Ya da bir gece kulübüne samba yapmak için gelmiş birkaç ihtiyar…
Kimse vücudum çok güzel diye açılmıyor, kimse vücudum çok çirkin diye kapanmıyor… Kimse çok gencim diye dağıtmıyor kimse çok yaşlıyım diye hayattan çekilmiyor…
Bizim buralarda takık olduğumuz pek çok konu onları ilgilendirmiyor… Kökleri ve tipleriyle hava atmadan, kompleks yapmadan yaşayıp gidiyor Brezilyalılar…
İnsanca pek insanca geldi bana… Paylaşmak istedim…
Şiir Thiago de Mello’dan… İnsan Yasası…
Not: İlk fırsatta Brezilyalı bu ünlü şairin bu güzel şiirin tamamını yazacağım buraya, birlikte okuyalım…

13 Ocak 2010 Çarşamba

Özür ve samimiyet...

Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun'dan duyup da rivayet etme.
Aşkın Leyla'sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikayet etme.

Özründen çok büyük kabahat etme.

En son ikibinon’u (böyle yazmak hoşuma gidiyor) karşılarken yazmışım, aslında her gün aklıma karalayacak bir şeyler geliyor ama vakit bulduğumda takat bulamıyorum, takat bulduğumda vakit…
Hemen burada da bir parantez açıyorum; takat sözcüğü de hoşuma gidiyor. Bir şeyi yapabilme gücü, derman anlamında. Şimdilerin diliyle enerji de denilebilir ama ona enerji buna enerji ben boşverdim, siz de boşverin…
Yüksek sesle tekrarlarsanız takat’in kulağa hoş geldiğini siz de fark edeceksiniz:)
Ve parantezi kapatarak asıl konuma geçiyorum…
Bugün kafa yorduğum konu özür dilemek…
Aslında dünden beri kafa yoruyorum, haklı olduğum bir konuda birinden özür diledim… Gerçi ‘haklıyım ama uslubum yanlıştı’ şerhi koyarak diledim özürü ama kafaya da taktım…
Tam bunun üzerine Türkiye ile İsrail arasında ‘alçak koltuk krizi’ çıkıp da iş özür dilersin-dilemezsin meselesine gelince iyice bu konuya yoğunlaştım… Gerçi burada sözü edilen resmi özür ama olsun, sonuçta aynı eylem; yaptığı bir yanlıştan dolayı bağışlanmayı isteme eylemi sözünü ettiğimiz…
Bir de bunların üzerine okuduğum kitapta -Coetzee’nin Kötü Bir Yılın Güncesi- bugün geldiğim bölümün adı da ‘Özür Dilemek Üzerine’ olunca; tamam dedim Nilgün, şimdi düşüncelerin olgunlaştı artık bunları yazabilir ve başkalarının fikirlerini de alabilirsin…
Bize öğretilen nedir; özür dilemek bir erdemdir!
Öyle ya herkes hata yapabilir ama insan yanlışını fark edip, pişman olduğunda bunu dile de getirmelidir!
Hiçbir itirazım yok, insan hata yapabildiği gibi özür de dileyebilmeli…
Benim aklıma takılan samimiyet…
Özür dilemenin bir diplomasi sanatı haline gelmesi…
Bir bakın etrafınıza herkes herkesten özür diliyor, devletler aralarının bozulmasını istemediği devletlerden, şirketler kaybetmek istemedikleri müşterilerinden, bireyler ilişkilerini sürdürmek istedikleri diğer bireylerden…
Bir çıkarcılık kokusu alıyorum sanki…
Özür dilemek bir pişmanlık ifadesinden daha çok çıkarlarını korumak için yerine getirilmesi gereken (ve hatta dayatılan) bir eyleme dönüşmüş gibi… Duygular nerede peki? Hakkaniyet nerede? Samimiyet nerede?
Coetzee’nin kitabında verdiği örneği sizlerle paylaşırsam ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…
Yazar bir gazete ilanından söz ediyor; yasal yükümlülükler alanında uzman Amerikalı bir avukat 650 dolarlık bir saat ücreti karşılığında, yükümlülük kabul etmeden nasıl özür dileneceği konusunda Avustralyalı şirketlere yol gösteriyormuş!
İşte tam da anlatmak istediklerime cuk oturan bir örnek…
Yazarımız diyor ki; önce Adam Smith aklı çıkarın hizmetine sundu, şimdi duygular çıkarın hizmetine sunuluyor…
Öyle ya mevcut kültürde samimiyetle, samimiyet gösterisi arasında ayrım yapma kaygısı güden kaç kişiyiz?
Sonuç, ben kimseden özür falan beklemeyeceğim artık! Yaptığında haklı olduğunu düşünüyorsa lütfen beni buna ikna etmeye çalışsın ama samimiyetsiz bir şekilde özür dilemesin…
Bir kez daha vurguluyorum, aslolan samimiyet…
Şiir Neyzen Tevfik’ten… Anladın mı…
İlk dörtlüğü ve son mısrası…
Ne güzel demiş, Özründen büyük kabahat etme…
Meraklısına not; ben özür dilerken haklı olduğumu belirtmiştim, hala da haklı olduğuma inanıyorum… Ama uslubum gerçekten yanlıştı, özürü onun için diledim.
Yani samimiydim:)