13 Ocak 2010 Çarşamba

Özür ve samimiyet...

Hicran destanını kendinden oku,
Mecnun'dan duyup da rivayet etme.
Aşkın Leyla'sını gördünse söyle.
Söz temsili bulup hikayet etme.

Özründen çok büyük kabahat etme.

En son ikibinon’u (böyle yazmak hoşuma gidiyor) karşılarken yazmışım, aslında her gün aklıma karalayacak bir şeyler geliyor ama vakit bulduğumda takat bulamıyorum, takat bulduğumda vakit…
Hemen burada da bir parantez açıyorum; takat sözcüğü de hoşuma gidiyor. Bir şeyi yapabilme gücü, derman anlamında. Şimdilerin diliyle enerji de denilebilir ama ona enerji buna enerji ben boşverdim, siz de boşverin…
Yüksek sesle tekrarlarsanız takat’in kulağa hoş geldiğini siz de fark edeceksiniz:)
Ve parantezi kapatarak asıl konuma geçiyorum…
Bugün kafa yorduğum konu özür dilemek…
Aslında dünden beri kafa yoruyorum, haklı olduğum bir konuda birinden özür diledim… Gerçi ‘haklıyım ama uslubum yanlıştı’ şerhi koyarak diledim özürü ama kafaya da taktım…
Tam bunun üzerine Türkiye ile İsrail arasında ‘alçak koltuk krizi’ çıkıp da iş özür dilersin-dilemezsin meselesine gelince iyice bu konuya yoğunlaştım… Gerçi burada sözü edilen resmi özür ama olsun, sonuçta aynı eylem; yaptığı bir yanlıştan dolayı bağışlanmayı isteme eylemi sözünü ettiğimiz…
Bir de bunların üzerine okuduğum kitapta -Coetzee’nin Kötü Bir Yılın Güncesi- bugün geldiğim bölümün adı da ‘Özür Dilemek Üzerine’ olunca; tamam dedim Nilgün, şimdi düşüncelerin olgunlaştı artık bunları yazabilir ve başkalarının fikirlerini de alabilirsin…
Bize öğretilen nedir; özür dilemek bir erdemdir!
Öyle ya herkes hata yapabilir ama insan yanlışını fark edip, pişman olduğunda bunu dile de getirmelidir!
Hiçbir itirazım yok, insan hata yapabildiği gibi özür de dileyebilmeli…
Benim aklıma takılan samimiyet…
Özür dilemenin bir diplomasi sanatı haline gelmesi…
Bir bakın etrafınıza herkes herkesten özür diliyor, devletler aralarının bozulmasını istemediği devletlerden, şirketler kaybetmek istemedikleri müşterilerinden, bireyler ilişkilerini sürdürmek istedikleri diğer bireylerden…
Bir çıkarcılık kokusu alıyorum sanki…
Özür dilemek bir pişmanlık ifadesinden daha çok çıkarlarını korumak için yerine getirilmesi gereken (ve hatta dayatılan) bir eyleme dönüşmüş gibi… Duygular nerede peki? Hakkaniyet nerede? Samimiyet nerede?
Coetzee’nin kitabında verdiği örneği sizlerle paylaşırsam ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız…
Yazar bir gazete ilanından söz ediyor; yasal yükümlülükler alanında uzman Amerikalı bir avukat 650 dolarlık bir saat ücreti karşılığında, yükümlülük kabul etmeden nasıl özür dileneceği konusunda Avustralyalı şirketlere yol gösteriyormuş!
İşte tam da anlatmak istediklerime cuk oturan bir örnek…
Yazarımız diyor ki; önce Adam Smith aklı çıkarın hizmetine sundu, şimdi duygular çıkarın hizmetine sunuluyor…
Öyle ya mevcut kültürde samimiyetle, samimiyet gösterisi arasında ayrım yapma kaygısı güden kaç kişiyiz?
Sonuç, ben kimseden özür falan beklemeyeceğim artık! Yaptığında haklı olduğunu düşünüyorsa lütfen beni buna ikna etmeye çalışsın ama samimiyetsiz bir şekilde özür dilemesin…
Bir kez daha vurguluyorum, aslolan samimiyet…
Şiir Neyzen Tevfik’ten… Anladın mı…
İlk dörtlüğü ve son mısrası…
Ne güzel demiş, Özründen büyük kabahat etme…
Meraklısına not; ben özür dilerken haklı olduğumu belirtmiştim, hala da haklı olduğuma inanıyorum… Ama uslubum gerçekten yanlıştı, özürü onun için diledim.
Yani samimiydim:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder