30 Aralık 2009 Çarşamba

Balıklama dalıyorum 2010'a...

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

Ve saatler artık 31 Aralık’a döndü… An itibariyle yılın son günü…
Yarın yepyeni bir yıla uyanacağız…
Adettendir biten yılın muhasebesini yapmak...
Yeni yıla bir sürü cek, cak’larla girmek…
Boşverin…
Miş’ler zaten olmuş, bitmiş, gitmiş…
Cek’ler ya gelecek ya da gelmeyecek…
Cak’lar ya olacak ya da olmayacak…
Neler planlamıştık her bir yeni yıla girerken… Neler oldu?
Ummadığımız sevinçler yaşadık… Beklenmedik acılar…
Küçükken 2000 yılında kaç yaşında olacağımı hesaplardım...
Çok vardı 2000’e… Çok uzaktı ve ben gerçekten büyük olacaktım…
2000 geldi geçti, üstüne bir de 9 yıl bitti…
Büyüdüm gerçekten, çocukken düşündüğüm kadar büyük adam olamadım ama takvim yıllarıyla birlikte yaş aldım…
Kocaman kadın dediklerimin yaşına vardım… Çocukluk işte otuzunu geçen herkes kocamandı:)
Bir sürü şey yaşadım… Bir sürü şey yaşamadım…
Saatler geçmiyor diye hayıflandığım oldu, günler gelip geçerken boşverdiğim de…
Planladığım çok şey kıyıda köşede kaldı, aklıma bile gelmeyenler başıma geldi…
Öyle acılar çektim ki hiç dinmeyecek sandım…
Öyle mutluluklar yaşadım ki hiç bitmeyecek sandım…
Bazen izlediğim bir haber akıttı gözyaşlarımı, benim olmayan bir çocuğun acısına katlanamadım…
Bazen başkalarının mutluluğu bulaştı, benim olmayan bir çocuğun ilk dişinin çıkışını kutladım…
Haksızlığa uğradığımı düşündüğüm oldu, kırıldım…
Başkalarına haksızlık yaptım, fark ettiklerime üzüldüm,
fark etmediklerimle üzdüm…
Yol arkadaşlarım oldu yıllar boyunca, kimileri başka bir yola saptı…
Kimileriyle yolculuğa devam ettim, yeni yeni arkadaşlar buldum
yol boyunca…
Hepsini sevdim… Hepsini sevgiyle anmak isterim ama yapamam…
Kimilerini unutmayı yeğlerim…
Kimileriyle de belki bir gün, bir yerde yolumuzun yeniden
kesişmesini isterim.
İşte öyle böyle derken 2000 geldi geçti, üstüne bir de 9 yıl bitti…
Sonuç, ben oldum…
Şimdi biten bir yılın ardından ağıtlar yakamayacağım…
Yaşandı, bitti… Vebali boynuma…
Gelen yıla da öyle büyük anlamlar yüklemeyeceğim…
Yaşanacak, bitecek… Vebali boynuma…
Yaptıklarım, yapacaklarımın teminatı değildir! Bu böyle biline…
Şairin dediği gibi, balıklama dalıyorum hayata...
Bu yazı böyle bitmez… İyi dileklerin dilenmediği yeni yıl yazısı olmaz!
Yarın yılbaşı, yılın başı, ayın başı, günün başı…
İyi şeyler için ille de bir baş gerekiyorsa, hepimiz için dileğim;
yılın, ayın, günlerin, anların boşa gitmemesi…
Yıllarımızın, aylarımızın, günlerimizin, anlarımızın
gönlümüze göre geçmesi…
Bilirim, gönül güzel şeyler ister…
Şiir Ataol Behramoğlu’ndan…
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var….
Paylaşacaksam tamamını paylaşmalıyım dedim…
Sen de okuduysan buraya kadar, tamamını okumalısın…

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

Neşeli ol ki...

Sanki biz olmayan insanlarız biraz da kuşkuluyuz
Ya da çok kuşkuluyuz-böyle.

Bazen uyanır uyanmaz neşeli olduğum günler vardır... Artık seroton mi, endorfin mi, hangisini fazla salgılıyorsam... Hayat güzel mi güzel... Yüzümde bir gülümseme, sesimde bir ahenk... Sonsuza kadar böyle kalabilirim...
Ne büyük yanılgı!
Tam da o günlerde, daha çok canımı yakıyor enerji vampirleri... Bir çift söz serotonini de alt edebiliyor, endorfini de...
Bu sözün ille de benimle ilgili olmasına gerek yok, kiminle ilgili olursa olsun kötü söz kötüdür! Hep şikayet, hep bir yakıştırma, hep bir suçlama... Hep oküz altında bir buzağı arama...
Sorsan, ne öküz umrunda ne de buzağı! Ama yine de hem öküze takık hem de buzağına...
Aslında bilirsin bu kişinin tek isteği var o da; onaylanmak... Çünkü o hep haksızlığa uğramıştır, kimse onu yeterince sevmemiş, kimse onun kıymetini bilmemiştir. O hep çalışmış, çabalamış, elinden geleni yapmış ama kimse bunu görmemiştir... Açık açık söylenmez bunlar... Dikkat edin zaten enerji vampirlerlerinin olumsuz cümleleri daha çok ondan söz eder, ondan, şundan, bundan... Sanki derdi kendisi değil başkalarıymış gibi...
Haklısın desen belki de konu kapanacak ama durum değişmeyecek... O konu kapansa da bir diğeri açılacak... Şikayet edilecek o kadar çok şey var ki etrafta...
Ya boşver arkadaşım desen bir türlü... Bu sefer o kızdığı kişi her kimse, sana o gibi davranacak. Hani davransın diyeceğim ama ona yapamadığı suratı sana yapacak!
Kazara aksi bir görüşü dile getirirsen, yandın! Ya bir laf sokacak ya da eski bir defteri açıp, eninde sonunda seni suçlu çıkaracak...
Ne yaparsanız yapın o güzelim serotonin, o canım endorfin gidecek, o negatif insan onu emecek.
Bari bir işine yarasa! Azıcık mutlu olsa...
Tamam insanın acılı halleri vardır, mutsuz olduğu anlar... Hüznün hüküm sürdüğü saatler...Duygusallığın bünyeyi ele geçirdiği, bazen de depresyonun hakimiyetini ilan ettiği dönemler...
Ama bu öyle değil...
Herkesin niyetinin kötü, yaptığı işin katakulli olduğunu söylemek ne acıya, ne duygusallığa ne de depresyona sığmaz, bu bambaşka bir şey...
Şimdi vampir kardeş, sözüm sana; yol yakınken şu vampirlik işinden vazgeç... Sana bile bir faydası olmaz bu işin...
Kötü biri değilsin biliyorum, kötü olamayacak kadar çok kafanı yoruyorsun çünkü... Seni ilgilendirmeyen insanları düşünecek, seni hiç ilgilendirmeyecek olaylara kızacak kadar dolusun...
Mutlu olmayı bilmiyorsun belki de... Kendini fazla mı önemsiyorsun acaba? Kendi kıymetini mi bilmiyorsun yoksa?
Hayat güzeldir demeyeceğim sana... Kızarsın... Hayatın güzel olduğu anlar da vardır demek istiyorum yine de... Tadını çıkar bu anların... Kendi serotonini, kendi endorfinini kendin üret lütfen, benimkini tüketme... Neşeli ol ki genç kalasın:)
Şiir Edip Cansever'in Umutsuzlar Parkı'ndan iki dizecik...

29 Aralık 2009 Salı

Ortaya karışık...

Rüzgar tersine esiyor. Niçin?
Eski günler geri mi gelecek?
Kımıldıyor kozasında böcek
Bildiği hayata doğmak için.

Bugün için aslında başka bir yazı yazmıştım… Ama gazetedeki bilgisayarımda kaldı… İyi de oldu, güzel başladığım bir güne olumsuz duygularla devam ederken karalamıştım o yazıyı…. Enerji vampirlerinden söz etmiştim… Onu da paylaşırım sizinle ama böyle enerjimin emildiği günlerde kendime nasıl geldiğime ilişkin sırrımı paylaşmak istiyorum sizinle…
Aslında sır denmez buna, herkesin bildiği bir şey; müzik… Evet müzik dinlemek…
Kızıp bağırmak, bağıramayıp daralmak yerine bırakın başkaları çalıp söylerken sizin ruhunuz havalansın…
Sözü burada bitirmeyip, iyi ama böyle zamanlarda ne dinleyeyim diyenleri de düşünerek kendi listemden ipuçları vereceğim…
Şimdi diyelim ki çok sıkıldınız, ağzınızı açsanız öfke saçacaksınız etrafa… Yapmayın…
Bunun yerine ilk dinleyeceğiniz parça Ave Maria olsun… Ama Schubert’in Ave Maria’sı... Söylemeyen kimse kalmamış bu parçayı, Cranberries’ten Sarah Brigtman’a kadar.. Benim önerim Christina England Hale’den dinlemeniz… O muhteşem besteyle, o nefis sesle garanti veriyorum, evren kaç katsa artık zirvesine yükselir, nirvana’ya erersiniz…:)
Yok Meryem Ana’ya yakarış benim bünyeme aykırı derseniz, Salat-ı Ummiye’yi önereceğim hemen… Itri’ye ait bu besteyi, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası’nın yorumuyla dinleyin… İkisi de aynı işi görecektir, amaç önce sakinleşmek…
İkinci parçam Foolish Games, Jewel'den… Ceketini çıkardın ve yağmurda dikildin, her zaman böyle çılgındın…
Öfkesi hala geçmeyenler için Epica’dan Black Infinity…
Akıp gitmekte olan selden kendimi korumaya çalışıyorum diyerek boş bir sonsuzluğun içinde kaybolabilirsiniz...
Kıvama gelenler ise Leonard Cohen ile Dance Me diye mırıldanmaya başlayabilir...
Paniğe doğru dans et benimle, kendimi güvenle toparlayana kadar...
Biraz daha iyiyiz artık, öyleyse Lisa Ekdahl’ın Vem Vet’i ile ritm tutabiliriz… İsveçli bu genç cazcı bize kendi dilinde kim bilir derken, baştaki sen doğru olamayacak kadar güzel bir hikâyesin, sözlerini tamamen üstümüze alınabiliriz:)
Derim ki araya Natasha Begingfield’den Unwritten’ı da sıkıştırın..
Ben yazılmamış, aklımı okuyamıyorum, tanımlanmamışım… Daha özel nasıl anlatabiliriz ki kendimizi?
Sırada Beat İt var… İsteyen Michael Jackson’dan dinleyebilir ama Cris Delanno’dan dinlemek daha iyi geliyor bana, böyle anlarda.
Kaçarken çok daha iyisin… Bizimki de bir nevi kaçış zaten…:)
Vee artık final James Brown’dan I Feel Good… İyi hissediyorum, şimdi öyleyim bunu biliyorum…
Final önerime geçmeden önce, eğer kızdığınız kişi işyerinizden biriyse Tom Waits’den God’s Away On Business’i de dinlemeniz vaciptir derim...
Satarım kalbini hurdacıya güzelim, bir meteliğe…
Evet, şimdi daha iyiyiz… İnsanların arasına dönebiliriz…
Notalarla daldan dala uçarken, aman ne karışık bir liste demeyin! Hatırlatırım bu şarkıları dinlemeden önce siz de çok karışıktınız:) Ruh halimize göre, listemiz de ortaya karışık oluyor böyle:)
Bu kadar şarkıdan sonra, yok ben ağlamadan rahatlamam diyenlerdensiniz, onun için de başka bir liste yaparız… Yeter ki siz isteyin…
Bu arada İngilizcem şarkıları dinlerken çevirecek kadar iyi değil, sadece sevdiğim şarkılar ne diyor acaba diye google’a bakacak kadar meraklıyım:)
Şiir Orhan Veli Kanık’ın Ave Maria’sının ilk dörtlüğü... İlk önerime direnenler için özellikle seçtim…

25 Aralık 2009 Cuma

Kabuklular sürüsüne katılmak...

Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.

Ruhu ince insanlar vardır… Çok azlar artık… Numune gibidir bunlar… Hemen ayırt edilirler diğerlerinden, bu kadında/adamda bir tuhaflık var değil mi gibi çekiştirmelere bile malzeme olabilirler… Onlar buna aldırır mı aldırmaz mı bilinmez, o kadar naziktirler ki incindiklerini bile belli etmezler. Nazik ama sessiz bir şekilde, varlıklarını ya da yokluklarını hissettirmeden, çekingen, ürkek bir şekilde yaşayıp giderler…
Bir de asgari müştereklerde buluşan çoğunluk vardır, sayıları her gün azalan… Olabildiğince nazik, olabildiğince anlayışlı, olabildiğince saygılı… İnsan olduğunun bilincindedirler, kendisi kadar karşısındakinin de… Gereksiz kaprisler, aşağılayan tavırlar, iğneleyen sözler, imkansız istekler gündemlerinde yoktur, karşısındakini de kendisi gibi bilip, kalp kırmamaya özen gösterirler… Hayat zaten zordur bir şekilde, beklentiler ile gerçekleşenler bir türlü uyuşmadığı için mutsuzdur zaten herkes, e bir de sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı adaletsizdir hayat… Kimseye kabalık yapmak istemez bu insanlar… Can yakmak istemezler… Bilmeden, istemeden birinin canını yaktıklarında da en çok kendileri üzülürler…
Sonra ne olur? Ezikler sürüsünde sıradan biri yerine koyulurlar…
Çünkü bir de ezenler vardır, sayıları her gün biraz daha artan… Olabildiğince kaba, olabildiğince anlayışsız, olabildiğince saygısız… İnsan olduğunun bilincindedir fazlasıyla, karşısındakinin de kendisi gibi bir insan olduğunu umursamayacak kadar… Gereksiz kaprisler, aşağılayan tavırlar, iğneleyen sözler, imkansız isteklerle doludur gündemleri, karşısındakini de kendisi gibi bilip kalp kırmaya gayret ederler… Hayat zaten zordur bir şekilde, beklentiler ile gerçekleşenler bir türlü uyuşmadığı için mutsuzdur zaten herkes, e bir de sayılamayacak kadar çok nedenden dolayı adaletsizdir hayat… Tam da bu nedenlerle olsa gerek kabalık yaparlar bu insanlar… Hele de karşısındakinin dişine göre bir yem olduğunu düşündüklerinde… Can yakmak ister bu insanlar… Bilerek, isteyerek yakarlar o canları…
Sonra ne olur? Ezikler sürüsünden ayrılıp kendini önemli sanan insanlar sürüsüne terfi ederler…
Bugün bunları yazmamın nedeni çok genç bir arkadaşımın başına gelenler… İşini en iyi şekilde yapmak isteyen, bunu yaparken de karşısındakini önemsediğini, değer verdiğini gösteren, ruhunun güzelliği yüzüne de yansıyan bu genç arkadaşım, bugün o kendini önemli sananlar sürüsünden birinin gazabına uğradı… Kendini önemli sanan biri, bile bile, isteye isteye onun canını yakmaya çalıştı…
O kaba ve nezaketsiz insanın ne düşündüğünü, bu olaydan nasıl bir haz aldığını bilemiyorum… Üzülebileceğine kesinlikle ihtimal vermiyorum, üzülebilmek gibi bir yetisi olsaydı gönül almak gibi bir yetisi de olurdu… Ama arkadaşımın ne yaşadığını biliyorum…
O genç arkadaşım neye uğradığını şaşırdı, üzüldü, buna karşın nezaketini elden bırakmadan bu hoyrat salvoyu savuşturmaya çalıştı… Ve daha yirmili yaşlarının başında, nazik olmanın eşittir ezik olmak anlamına geldiğini anladı…
Umuyorum ki ruhu yaralanmamıştır…
Çünkü yaralanan ruh kabuk bağlar ve o yara iyileşmeye fırsat bulamadan başkaları tarafından tekrar tekrar kanatılır, o yara tekrar kabuk bağlar, kabuk kalınlaştıkça kalınlaşır…
Sonra ne olur? Ezikler sürüsünden ayrılıp kabuklular sürüsüne katılırsın…
En zoru da budur!
Kendini koruyamazsan kabuğun çatlar, yaran kanar, ezik tarafın ortaya çıkar, ezikler sürüsünün arasında kaybolursun…
Ya da kabuğun kalınlaştıkça korunma içgüdün artar, kendini önemli sananlar sürüne seyirtir, bu sürünün sayısını artıracak yaralar açarsın başkalarında…
Sonuçta iki arada bir derede kalırsın…
Şimdi ne demeli bu genç arkadaşa? Ben boşver tatlım, onun terbiyesizliğine ver gibi bir cümle geveledim… Başka ne denebilir ki… Bir şey diyemedim…
Bu arada insan topluluklarına sürü denilmeyeceğini yıllar evvel öğrendim, ancak burada bilerek ve isteyerek sürü demeyi tercih ettim!
Şiir Nazım Hikmet’ten… Büyük insanlık… Belki kabuklarımızın arasından sızıp ruhumuza ulaşır…

21 Aralık 2009 Pazartesi

Gece Irmağına Gazel

Kara gece gibi akıyordu ırmak
Dibinde uçurumun, kıvrılarak
Ona bir tepeden bakıyordum
Ruhum onunla birlikte akarak
Göğsü kabarıyor alçalıyordu
Soğuk ayla aydınlanarak
Nasıl da kendiyle doluydu sadece
Nasıl da pervasız, çıplak
Şarkısı evrenin elemli şarkısıydı
Özgürlüğe özlemli ve tutsak
Gece ırmağı, kardeşi ruhumun
Akıyordu sınırlarına çarparak.

Bu gece yılın en uzun gecesi… Kimileri günler uzuyor diye seviniriyor ya ben geceler kısalıyor diye üzülenlerdenim… Şafağın, günün, güneşin güzelliği ayrıdır da gece daha bir yaşamdır… Kimsenin değildir, sahipsizdir geceler, size günden daha iyi arkadaşlık eder... Beyin daha çok çalışır, daha fazla düşünür, duyular sanki geceleri daha bir hassaslaşır, çoşku da hüzün de, acı da mutluluk da geceleri daha etkilir… Diş ağrınız bile geceyi bekler, etkisini hissettirmek için...:)
Gecenin güzelliğini düşününce aklıma Gündüz Vassaf geldi, Cehenneme Övgü kitabında nasıl da över geceyi… Ara sıra karıştırdığım, sayfalarında dolaştığım bir kitaptır, yok olmuş, bulamadım… Kayıplar da geceleri hatırlanır, demek ki hafıza da gece daha iyi çalışır…:)
Kimbilir hangi arkadaş geri vermek üzere aldı ve evine dönmeyi bekliyor kitabım… Farkında olduğum en büyük bencilliğim kitaplarımı paylaşmamaktır, kitap öneririm, kitap hediye etmeyi severim ama ille de kendi kitabımı isterim… Okuduğum kitapla duygusal bir bağ oluşur aramda, o kitaptan binlerce vardır da okuduğum benimdir… O yüzden birinden ödünç kitap almak da istemem, çünkü okuduğum kitabı geri vermek istemem…:)
Cehenneme Övgü, belli ki verilen sözlere, edilen yeminlere dayanamayıp bir arkadaşa emanet edilmiş, şüphelendiğim isimler var ama kime verdiğimden emin değilim, onun izini ayrıca süreceğim… Bu sevimsiz işi gündüze bırakacağım…:)
Kitap elimde yok ama ben kararlıyım, geceye övgüler düzmeye… Benim gibi kitaptan etkilenip de, notlarını internette tutanlar sağolsun, en sevdiğim kısımlardan alıntılar yapıp gecemi renklendireceğim… En uzun gece ya bu gece, gecenin kıymetini anlatmak niyetim…
Yaşamın anlamı gece duyumsanır ve sorgulanır... Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz... Yaşam gecenin konusudur...
Haksız mı Gündüz Vassaf, gerçekten de öyle değil mi? Gündüzün kargaşası, gürültüsü, koşturmacası içinde, yaşam da akar gider… Koşturup, koşuşturup dururuz da hiçbir şeye yetmez zaman… Sohbetlerimiz bile iş güç üzerinedir, onu yapmak gerekir, bunu yapmak gerekir, gerekir de gerekir… Gün yetmez, sonraki günler de ipotek altına alınır, şu işi şu güne yetiştirmek gerekir, bu işi öbür güne…
Geceler… Geceler öyle midir?
Gün ışığı tuzaktır. Işık bizi kör eder. Ancak geceleri, gözlerimiz faltaşı gibi açılır. Geceleri, tüm öteki duyularımız da daha duyarlıdır; çünkü düzen güçleri o saatlerde, makinelerini kapatmış olurlar. Gece sessizliği dinleriz, karanlığa nüfuz ederiz, bedenlerimizin de hayal gücümüzün de dizginlerini serbest bırakır…
Ne güzel anlatmış Gündüz Hoca…
Gündüzler, bizi mantığımızı kullanmaya, kendi hapishanemize kapanmaya zorlar. Gün boyunca, baskı güçleri, aşkın özgürlüğüne karşı savaşır. Ancak gece bir daha aşık olur ve "seni seviyorum" deriz. Gündüzleri söylenen "seni seviyorum"lar, geceye gönderme yaparlar…
Söz üstüne söz söylenmez artık… Adı Gündüz, özü Gece olan üstada bir selam çakıp, bu uzun gecenin tadına varalım…
Şiir Ataol Behramoğlu’ndan, Gece Irmağına Gazel…

18 Aralık 2009 Cuma

Benciller de sevilir...

Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.

Bugün bir arkadaşımla bencillik üzerine konuşuyorduk, sırf kendilerini mutlu etmek adına başkalarını zora soktuğunu umursamadan, sıkıntı yarattığını düşünmeden hareket eden insanlar üzerine…
Bencil olduğunu herkesin kabul ettiği bir başka ortak arkadaşa benim aşırı hoşgörü gösterdiğimi hatırattı sohbet ettiğim arkadaş ve beni şimdi daha iyi anladığını söyledi… Çünkü o da bencil olarak nitelendirdiği birine inanılmaz bir hoşgörü gösteriyor ve buna kendisi de şaşıyordu.
Ben şaşırmadım, arkadaşımın biraz daha farklı bir yerden bakmaya başladığını düşündüm, hepsi bu…
Çünkü bencil insanlar da sevilir…
Bencil bazen ailenizden biridir, bazen pek çok iyi günü-kötü günü paylaştığınız bir arkadaşınız, bazen de bir şekilde bir şeyine vurulduğunuz sevgilinizdir…
Ne yapacaksınız şimdi, bencillik ediyor diye onu sevmekten vaz mı geçeceksiniz?
Elbette hayat bu, birileri gelip en baş köşeye kurulurken birileri bir köşeye atılır. Bunu bir başka yazının konusu yapalım, bugünkü konumuz sevilen benciller…
Öncelikle şu konuda hemfikir olalım; bencillik itici bir özelliktir, hele de çok iyi tanımadığınız, iki hoş beşin ötesinde bir şey paylaşmadığınız biri ben’liğini sizin üzerinizden tatmin etmeye çalışırsa tahammül etmek epey zorlaşır. O nedenle bu yazıyı sakın bencilliği övgü olarak algılamayın.
Sözü vardırmak istediğim yere gelmeden önce, sevdiğiniz bir bencili gözünüzün önüne getirin. Bu kişi neden bencildir? Ne olmuş, ne yaşamış da bu hale gelmiştir?
Tamam insan doğası gereği kendini korumaya kodlanmıştır, o nedenle hepimiz önce kendimizi korumak, kollamak isteriz… Kendimize rağmen, kendimizi harcayarak birisi için bir iyilik yapıyorsak onun adı fedakarlıktır… Bu da ayrı bir yazı konusu, yine sevilen bencillere dönelim…
Bencil yaralıdır desem şimdi, acıma duygularınızı mı devreye sokmuş olurum? Bunu hiç istemem… Acımak ile sevmek çok elele, kolkola iki duygudur ama birini acıdığınız için sevmekle, sevdiğiniz için kıyamamak iki farklı durumdur…
Bencil yaralıdır demiştim ya şimdi de bir adım öteye giderek, bencil yaralarını göstermeyecek kadar mağrurdur diyeceğim… Hem mağdur hem de mağrur…
Şimdi yine o sevdiğiniz bencil’i düşünün… Geçmişte bir zaman diliminde sevgiye en çok ihtiyaç duyduğu zaman da horlanmış, yardıma en çok muhtaç olduğu zamanda yapayalnız bırakılmış, en zayıf anında vurucu bir darbe yemiş, geçmişte bir zaman diliminde daha fazla incinmemek için küsmüş ve duvarlarını örüp gerçek ben’ini oraya, o kendi ördüğü duvarların arkasına hapsetmiş olabilir mi?
Bir bencil’i seviyorsanız, kızın, sövün, söylenin ama ona bir bencil’in de sevilebileceğini gösterin… Bunu onun için yapmıyorsunuz zaten, onu seviyorsunuz… Bu da sizin bencilliğiniz…
Bugünkü şiirim yine bir Murathan Mungan şiiri: Kırılgan…

17 Aralık 2009 Perşembe

Siz normal misiniz?

Uslanma hiç hep deli kal
Büyüme sakın çocuk kal
Es deli deli böyle kal
Son harmanında sevdanın
Tüken toz toz savrula kal
Suçüstü bulmalı ölüm
Ölürken de sevdalı kal...

Zaman zaman okuduğum kitapları karıştırmayı severim. Öyle amaçsız bir karıştırma değildir bu, hatırlamak istediğim bir şey vardır o kitapta... Bilmem kaç yüz sayfanın içinde onu ararım. Genelde de tam olarak neyi aradığımı hatırlayamam, hatırlasam zaten aramam:) Bir his kalmıştır, cümleler uçmuş gitmiştir aklımdan. Sayfaları karıştırır, bir başa bir sona giderken aramadığım ne varsa bulurum da, aradığım o her neyse onu bulmam biraz zaman alır, aynen hayatta olduğu gibi...
Bugün de elime Paula Coelho’nun Kazanan Yalnızdır’ını aldım, gösteriş dünyasını anlatan bir kitap ama ilgilendiğim konu o değil, başka bir şey vardı orda… Bölüm sonlarında birer madde halinde aradığım şey, kitabın başlarında alt alta tam kırkaltı madde halinde çıktı karşıma...
Sonunda buldum, mutluyum, sizce normal miyim:)
Evet konumuz da bu zaten normal olmak ne demek?
Buna bir sürü yanıt verilebilir, boşverin… Hiç kafamızı yormayalım, son derece somut örneklerle size aktaracağım. Romanda Javist adlı kahraman –beni böyle arattığına göre misyonu büyük ama romandaki rolü küçük olan bu adam- bir liste yapıyor. Bu listeden bazı maddeleri buraya taşımak istiyorum. Buraya yazayım ki normalleşme belirtisi gösterdiğim an aklımı başıma toplamam gerektiğini hatırlayayım:) İşte seçtiğim maddeler:
- Normal bize kim olduğumuzu ve ne istediğimizi unutturan her şeydir; böylece üretmek, yeniden üretmek ve para kazanmak için çalışabiliriz.
- Her gün dokuzdan beşe hiç zevk almadığın bir işte çalışıp, otuz yıl sonra emekli olmak.
- Gücün paradan, paranın da mutluluktan çok daha önemli olduğuna inanmak.
- Paradan çok mutluluğun peşinde koşan herkesle alay etmek ve onları “hırstan yoksun olmakla” suçlamak.
- Araba, ev, giysi gibi nesneleri kıyaslamak ve yaşamanın gerçek nedenini keşfetmeye çalışmak yerine, yaşamı bu tür kıyaslamalara göre tanımlamak.
- Sana toplumda düzgün bir konum sunan ilk kişiyle evlenmek. Aşk bekleyebilir.
- Gerçekte hiç denemediğin halde hep “denedim” demek.
- Depresyonu her gün aşırı dozda televizyon izleyerek bastırmak.
- Elde etmiş olduğun her şeyi sağlama alabileceğinizi sanmak.
- Saldırgan ve kaba olmanın “güçlü bir kişiliğe” sahip olmakla eşanlamlı olduğuna inanmak.
- İyi, dürüst ve saygıdeğer biri olursan, herkesin seni zayıf, savunmasız ve kolayca yönlendirilebilecek biri olarak göreceğini düşünmek.
- Özveriyi gerektirmemişse hiç kuşkusuz sahip olmaya değmeyeceği için, kolay elde edilen her şeyi küçümsemek.
Bu kadarı yeter… Listeyi de sözü de uzatmaya gerek yok.
Şiir Aziz Nesin’den Kendime Öğüt…
Ne demek istediğimi anladınız, biliyorum…

16 Aralık 2009 Çarşamba

Övgüde cimri eleştiride hoyrat olmak

bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
sokaklar var, kediler!
inan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
ölüm inananlar için sessizce
kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..
göreceksin gülüm! Bekle! Göreceksin!
artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!

Bugün için şu yağmurlu, soğuk günlerde biraz daha içimizi ısıtacak, yüzümüzde küçük bir gülümseme yaratacak bir şeyler yazmak istiyordum. En eğlenceli sözcükleri bulmak, neşelenmek, neşelendirmek istiyordum. Dum.
Ta ki sevgisizlik hastalığının domuz gribinden bile daha hızlı bir şekilde yayıldığını fark edene kadar.
Aslında hepimiz zaman zaman bunu fark eder, sonrasında bazı insanların kendini bilmezliğine, kendini beğenmişliğine verir geçiştiririz. Bugün ben geçiştiremedim, o ortalığa salınan nefret duygularının üzerime üzerime geldiğini hissettim. Hani ahmaklık olacağını bilmesem benden uzak durun kötüler diye bağıracağım… Değirmenlere savaş açmış Don Kişot gibi salacağım kendimi ortalara… Hadi ona saf idealist dediler de benimki düpedüz delilik olacak…
Bu ne şiddet, bu ne celal demeyin bana, ben bu sözcükleri başkaları için kullanacağım birazdan:)
Bugünlerde sevgisizlik hastalığına bulaştım, çok şükür hastalığın bana bulaştığı yok da, sevgisizlere karşı farkındalığım arttı sanki.
Hastalığı size de bulaştırmak istemem ama şöyle bir etrafınıza bakın; sürekli ama sürekli bir şeylerden şikayet eden, sürekli ama sürekli birilerini eleştiren, sürekli ama sürekli yapılan hiçbir işi beğenmeyen ne çok insan var!
Hani bir şeye güzel dese zevksizliği ortaya çıkacak, hani bir şeye de iyi dese karizması sarsılacak gibi davranıyor pek çok insan. O olmamış, bu olmamış! Daha da ötesi nefret ediyorum diyebiliyor birilerinden söz ederken. Nasıl da kolay kullanılıyor nefret sözcüğü… Kolay mı bu kadar birinden nefret etmek, kolay mı bu kadar birinin emeğini nefret edecek kadar kötü bellemek?
Beğenileri eh’ten öte gitmeyen bu insanlar nasıl bu kadar kolay nefret edebiliyor her şeyden?
Dikkat edin tek başınayken daha çekingen ve tutuk, güncel deyimle snop duran bu tipler, kendileri gibi birilerini bulup, bir iki sohbete koyulunca da hemen aşağılayıcı bir dil geliştiriyorlar. Bir tek onların kalbi var, bir tek onların ruhu… Zeka desen hepsi Einstein zaten… Gerisi insan müsveddesi…
İyi ama bu ne şiddet, bu ne celal? Bir dur, bir sakinleş, bin düşün, bir konuş be kardeşim. Övgülerinde bu kadar cimriyken, eleştirilerinde bu kadar hoyrat olma. Sana da yazık, bize de:)
Bak ne diyor Küçük İskender, şiirler var, mektuplar var, çocuklar var, sokaklar var, kediler var…
Şiir; De Gülüm…
Sevgiyle okuyun, sevgiyle kalın…

15 Aralık 2009 Salı

Güçlü ve başarılı olmak zorunda değilim...

yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Geçmiş günlerden birinde, kitaplarını okumuşluğum da olan bir kişisel gelişim uzmanı ile sohbet ediyorduk, güçlü ve başarılı olmak üzerine… Bunu nasıl yönetebileceğimizi anlatıyordu, sakin sakin… Zirveye ulaşmak, orada kalmak için neler yapılması gerektiğinden söz ediyordu tane tane… İyi ama dedim, güçlü ve başarılı olmak, herkesi geçip zirveye çıkmak zorunda mıyım? Zirveye çıkmak da yetmiyor zaten, bir de orada kalmak için neden uğraşayım?
Araya laf karıştı, müzik başladı derken benim sorum yanıtsız kaldı…
Ekmek parasını bu işten kazanan birinden yanıt beklemek yerine, kendi kendime düşündüm, epeyce düşündüm… Bir sonuca da vardım kendimce; başkalarını bilmem ama ben güçlü ve başarılı olmak zorunda değilim…
Aslında severim sıfırdan yükselmiş, başarılarıyla başkalarına örnek olmuş insanların hikayelerini… Modern zaman masalları gibi gelir bana… Bir Oprah Winfrey’in yaşam hikayesi büyüleyicidir örneğin… Beyaz erkeklerin egemen olduğu talk show dünyasında siyah bir kadın olarak dipten zirveye çıkan, yoksul ve acılı bir çocuktan dünyanın sayılı zenginlerinden birini yaratan bu kadına hayranlık ve hatta sevgi beslerim… Örnek alır, örnek olarak da gösteririm ama bir yere kadar…
O Oprah!!!
İyi ama Oprah yapabilmişse ben neden yapmayayım diyenler olacaktır şimdi:)
Cevabım hazır; eğer kendini öyle iyi hissedeceksen ve mutlu olacaksan neden yapamayasın, hadi yap! Ama burada ‘iyi hissetmek’ ve ‘mutlu olmak’ sözcüklerini de tırnak içine alacağım.
Benim ölçütüm bunlar, kendimi iyi hissediyorsam ve mutlu oluyorsam bir işten, zaten başarmışım demektir… Yaptığım iş bana kendimi iyi hissettiriyor ve mutlu ediyorsa, orasıdır benim zirvem…
Başkalarının bize empoze etmeye çalıştığı güç, başarı, şan, şöhret gibi yaftaları umursamadan insanca yaşamaya bakalım demek istediğim… Her ne iş yapıyorsak iyisini yapalım, kapasitemizi ortaya koyalım, bir işe yarayalım. Ama güçlü ve başarılı olacağım derken ruh hastası olmayalım:)
Yok ille de başkalarıyla yarışacağım, onları geçeceğim, tek başıma zirveye çıkacağım diyen varsa –kimse de bunu böyle açık sözlülükle söylemez ya- ne diyeyim yolu açık olsun… Ama meşhur bir söz vardır, onu da söylemeden geçemeyeceğim; mezarlıklar vazgeçilmez adamlarla doludur…
Bugün seçtiğim şiir Nazım Hikmet’in Yaşamak’ı… Fazla söze ne hacet…

14 Aralık 2009 Pazartesi

Keşke’lerimizi boşa harcamayalım…

Deniz kokulu taşlar döşenmişti yollara
Ben bile bilmiyordum nerde ayrıldık
söndür küllenmiş sözcüklerini geçmiş zaman
sararan firezleri geç
yorumu gökyüzüne bırakılmış uçurtmalı tepeleri
uzun bir yol için aldığın ne varsa bırak ardında
saklayabilseydim dalgın bakışlarımı böyle zamanlar için
saçlarını taradığım sular,rüzgar ve karanlık
bak adın yazılı yeşim taşından örülü duvarda!

Bugün i-google’da ‘Eğer imkanınız olsaydı hangi yaşa ışınlanmayı isterdiniz’ diye bir anket vardı, şöyle bir baktım ve hiç düşünmeden 60’ı seçtim. Geçmişi zaten biliyorum, geleceği merak ettim. Sonuç; yüzde 5’lik azınlık arasındayım.
Yüzde 40’lık bir kesim 18 yaşına dönmek istemiş, yüzde 25’i 10. Yüzde 22’lik bir kesim 25 yaş demiş. Yüzde 7’si de 30…
İyi de bir insan neden 10 yaşında bir çocuk olmak ister ki! Derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık misali… Uyanık, anlaşılan bugünkü aklıyla, geleceğine yön vermeyi planlıyor:)
Bu anketciğin ciddiyeti tartışılır elbette ama yine de düşündürdü beni… Bu kadar fal meraklısı bir millet ne diye geçmişe gitmek ister ki? Geçmişe dönüp geleceğin şanslı piyango numaralarını hatırlayacağını sanıyor olamaz ya bunların hepsi...
Bu geçmiş merakının tek açıklaması bence ‘keşke’lerle ilintili.
Şöyle bir bakın etrafınıza, o kadar mutsuz ki insanlar, iyi ki diyemediği için bol bol keşkeli cümleler kuruyor, keşke bunu yapsaydım, keşke şunu yapmasaydım, herkeste bir pişmanlık hali… Bugünün faturasını geçmişe kesmek hepimize kolay geliyor belli ki…
Ben asla keşke demem gibi, anlamsız bir cümle kurmayacağım burada… Keşke daha az keşke deseydim diye latife yapabilirim ancak:)
Yine de dili de, beyni de bir tutmak lazım keşke derken, pişmanlık içeren keşkeler içimizi acıtmaktan başka ne işe yarar ki! İlle de keşke diyeceksek, geçmişe değil de geleceğe ilişkin kursak cümlelerimizi. Belki o zaman bir işe yarar da, harekete geçirir bizi… Her neyse o isteyip de yapamadığımız cesaretlenir de deneriz belki…
Ha bu arada en fenası keşke yapmasaydım demek… 'İyi ki' yapmışım diyemiyorsak bile o günkü aklımla, o günkü koşullarda, demek ki öyle gerekmiş desek geçsek ve şu vicdanlarımızı rahat bıraksak. O vicdan bize bugün lazım çünkü…
Yukardaki şiir Murathan Mungan’ın Keşke’si…
Hepimiz keşkelerimizi böyle anlamlı mısralara dönüştüremeyeceğimize göre, derim ki keşke'lerimizi boşa harcamayalım...

13 Aralık 2009 Pazar

Görmek... Duymak... Sonrasını uydurmak...

Şarkı söylüyormuşum
Sokaklarda,
Görmüşler.

Yere yere bakıyormuşum
Yürürken,
Duymuşlar.

Sonrasını kendileri uydurmuşlar.

Pazar gecesi... Dingin bir günün son saatleri... Ve artık ben de bir blog sahibiyim... Madem bir gazetenin bir köşesini kapamayacaksın Nilgün, kendi köşeni kendin yap diyerek kalkıştım böyle bir işe...
Ben bir gazeteciyim, Hürriyet'in ekonomi sayfalarında editörüm, bu aralar hakkıyla yapamıyorum ama kendimi muhabir olarak görürüm... Koca koca yazarlar bile haber peşinde koşup muhabirlik yaptığına göre işin en haz veren kısmı orasıdır...
İşimiz ekonomi ya herkes benden ve tüm ekonomici(!) arkadaşlarımdan hep bu konuda yazmasını, hep bu konuda konuşmasını bekler... Tamam her şeyin ekonomi ile bir şekilde ilişkillendirilebileceğini savunurum ben de, bir yere kadar... Sürekli dolar ne olacak, borsa nereye gidecek, kriz biter mi, sürer mi sorularına muhatap olmak pek de sevimli bir durum değildir açıkcası... Kelin ilacı olsa... der geçerim çoğu zaman... Yine de bu kadar renksiz bir insan olarak görülmek sıkar canımı...
O nedenle buraya kesinlikle ekonomi haberleri falan koymayacağım. Ekonomiden söz etmeyeceğim diye söz veremem ama! Dedim ya her yol ekonomiye çıkabilir. Aşk bile! Nasıl demeyin, önümüzde 14 Şubat var hatırlatırım! Siz o gün bir kırmızı gülün bir gönülü nasıl alacağını düşünürken, ben ne kadar gül satıldığına, bu işten kimin ne kazandığına kafa yorabilirim...:)
Ne yazacağım konusunda bir kısıt getirmeyeceğim kendime, aklıma eseni, aklıma estiği şekliyle yazacağım buraya... Rüzgar nereye götürürse...
Ha girişteki şiir Özdemir Asaf'ın Altro'su...
Hep başkaları görüp, duyup, uyduracak değil ya...